Mekanik saatlere tutkuyla bağlılık yeminini bozup, akıllı saatlere bir şans veren saat meraklısının hazin sonu...
Teknolojik gelişmelere kayıtsız kalmanın imkânsıza yakın olduğu günümüz dünyasında, ardı ardına saat meraklılarını heyecanlandıracak gelişmeler yaşanıyor. Her ne kadar mekanik saatlere gönül vermiş olsak da, birçoğumuz henüz yeni sayılabilecek akıllı saat furyasından etkilenmiş durumdayız. Ben de bu noktada kendime daha fazla engel olmanın gereksiz olduğuna karar verdim ve maceraya atıldım.
Aslında dijital ekranlı zaman makinelerine yeterince aşinayım ve halen daha koleksiyonumda bu tarz modellere yer veriyorum. İşlevsellikleri ve dayanıklılıklarıyla, özellikle sportif faaliyetlerde, harika birer aksesuar görevini üstleniyorlar. Elbette bu saatlerle kronograf, alarm, termometre, pusula ve barometre gibi her an ihtiyaç duymayacağım özelliklere ulaşabiliyorum. Açıkçası, işin içine akıllı kelimesi girince beklentiler de otomatik olarak artıyor.
İşin doğrusu, sırf “cep telefonunun bir kol hareketi uzaklığındaki ulaşılabilirliğini ne kadar üst noktaya taşıyabilirim” merakımdan akıllı saatlere yöneldim. Neticede sürekli olarak akıllı telefonla iletişim halinde bir cihazı bileğimde taşıyordum. İşin daha da ilginci ben bilgiyi talep eden olmanın ötesine geçmiş, artık bilgi kaynağı rolünü üstlenmiştim. Bileğimdeki küçük makine her an benden veri topluyor, bunları işliyor ve benimle iletişime geçiyordu.
İlk olarak Samsung’un Gear Fit 2 Pro modelini edindim. Dürüst olmak gerekirse kullanmaya başladığım ilk günlerde fazlasıyla mutluydum. Nispeten ağır, bilezikli bir dalgıç saatinden sonra tüy kadar hafif plastik bir modele geçmek o an için kolumu rahatlatmıştı. İlk şarjdan sonra kendimi spor salonuna attım. Sürekli nabzım ölçülüyordu, adımlarım sayılıyordu. Hangi sportif faaliyeti yaptığımı anlıyor, antrenman sonunda teknik analizini paylaşıyordu. Bana sorarsanız boyundan büyük işleri başarıyordu. Telefondan önce titremeye başlıyor, bildirimleri paylaşıyor ve hayatımı kolaylaştırdığını iddia ediyordu. Doğrusu artık elimi cebime atıp telefonun ekranına bakmak zorunda kalmıyor, bileğimdeki kavisli ekrandan zaten işime yarayacak bütün bilgilere ulaşabiliyordum.
Bütün bu artılar bir yana bu bileklik-saat karışımı hayatıma bambaşka bir artı getirmişti; huzurlu uyanışlar. Normalde bileğimde saatle asla uyuyamayan biriyim. Samsung’un görece hafif ve kendini fazla belli etmeyen yapısı, biraz da o günün yorgunluğunun etkisiyle uykuya dalmayı başarmıştım. Sabahları kulak tırmalayan alarm sesi yerine bileğinizde hafifçe titreyen bir dokunuşla uyanmanın verdiği mutluluk hissi gerçekten etkileyici ve rahatlatıcıydı. Uyku esnasında veri kaydetmeye devam etmesiyle ne kadar verimsiz uyuduğumu da anlamamı sağlamıştı.
Cicim günleri geçtikten sonra dezavantajlar kendini belli etmeye başladı. İlk sıkıntıyı pil ve şarj konusunda yaşadım. İster 1 gün, ister 10 gün olsun bu aleti şarj etmem gerekiyordu. Zaten cep telefonunu her gün şarj ediyorsun ne var bunda diyorsanız, alışkanlıklarım beni yarı yolda bırakmaya başlamıştı. Yıllarca, eve gelir gelmez saati kurtulurcasına çıkarıp kenara koyan biri olarak şarj etmeye uğraşmak pek de pratik gelmedi. Daha da kötüsü şarj etmek için ayrı bir aparata ihtiyaç duymak, özellikle tatillerde veya kısa seyahatlerde problem yaratıyordu. Ne olurdu sanki kenarından bir usb kablosu takabilseydik?
Bir diğer problem de saatin verdiği his noktasına beni yakaladı. Neticede bolca plastik içeren bir bileklikten, ince işçilikle üretilmiş metal bir saat performansı beklemiyordum ancak alıştığım tok saat hissini de özlemeye başlamıştım. Bolca araştırmanın sonunda umudu kesmemeye karar verdim ve akıllı saatlere bir şans daha tanıdım.
Sırada Apple Watch vardı. Bir anda kalite ve hissiyat problemlerim yok olup gitmişti. Çok daha şık bir tasarım, üstün malzemeler ve kişiselleştirebilme seçenekleriyle karşı karşıya gelmek inancımı bir nebze tazelemişti ancak şarj problemim artarak devam etmekteydi. Öte yandan Samsung’un sunduğu bütün güzelliklerden daha fazlası, çok daha şık bir tasarım ve kalite hissi ile bileğimdeydi.
Bu andan itibaren akıllı saat sektörüne dair araştırmalarım ve tecrübelerim doğrultusunda aklımda yer eden notları paylaşmak istiyorum.
Bugün, köklü tarihçelere sahip markaların kült modellerini aldığımızda herhangi bir moda ölçütüne tabi olmadan, uzun yıllar saatimizi kullanabileceğimizin güveni içinde alışveriş ediyoruz. Akıllı saatlerde ise her sene farklı ve üstün modellerle karşılaşıyor, elimizdekinin kısa bir süre sonra eskiyeceğini biliyoruz. Zaten hızlı tüketim mantığıyla üretilen bir saatin de uzun yıllar aynı performansta bize hizmet etmesini beklemek biraz hayalcilik oluyor.
Hemen hemen tüm Apple ürünlerinin teknolojik özellikleri kadar pazarlama harikaları olduklarını kabul etmeyenler pek azdır. Markanın saygınlık ve karlılık amacıyla kendi yazılım ve donanım platformunu diretmesi ise kimi kullanıcılar için erişilebilirliği azaltan bir detay olarak öne çıkabiliyor.
Daha fazla kalite hissiyatı doğrultusunda üretim yapan Montblanc, TAG Heuer gibi markalar mevcut ancak yüksek meblağlar ödenerek alınan saatlerin en fazla 2-3 sene içinde eski model muamelesi görecek olması pek de hoş değil.
Şarj süreleri halen daha ciddi anlamda kullanışlılığı düşürüyor. Bu noktada yapılabilecek tek şeyin beklemek olması ise ayrı bir çaresizlik örneği. Diğer yandan her gün veya gün aşırı şarj etme alışkanlığı kazanama konusunda problem yaşamayacağınızı düşünüyorsanız bu maddeyi es geçebilirsiniz.
Uzun lafın kısası, ben mekanik saatime geri döndüm. Samsung da, Apple da çekmecenin derinliklerinde duruyor. Heyecan ve merakımın bedeli olarak anılar(!) biriktiriyorum.