Saat aşkıyla atmosferden çıkarken gerçeklerle dünyaya dönen bir saat severin, kapitalizmin rüzgârıyla savaşma hikâyesi.
Hepimizin ortak özelliği, saatlerle fazlasıyla ilgileniyoruz. Hayaller kuruyoruz, araştırmalar yapıyoruz, bilgi edinmek için her fırsatı değerlendiriyoruz. Gidip bileğimizde deniyoruz, kıran kırana pazarlıklar ediyoruz. Bazen alıyoruz, bazen de al(a)mıyoruz. Peki, nihai sonuca ulaştığımızda hayal ettiğimiz mutluluk seviyesine ne kadar yakın oluyoruz? Bu soru uzun süredir kafamı kurcalamakta zira yıllar içinde alışverişlerimde aldığım zevk de kademeli olarak azalmakta. Üstelik bu, aldığım ürünlerin fiyatlarından tamamen bağımsız bir durum.
Kendimi bildim bileli saatlere ilgi duyuyorum. Sizlerle saat maceramın başlangıç hikâyesini paylaşmak isterim. Henüz çocuktum. O zamanlar saatlere olan ilgim, yaşadığım bölgedeki saatçilerin vitrinlerini izlemekten ibaret. Bırakın internetten bilgi sahibi olmayı, say deseniz en fazla birkaç tane saat markasından haberdarım. Vitrinden bir modeli fena halde gözüme kestirdim, Swatch Irony Chrono YCN4000AG. Swatch’un bir yıldız gibi parladığı yıllar, gerçi kendi kategorisinde halen bir numara olduğunu düşünüyorum. Modelin referansını böyle uzun uzun yazdığıma bakmayın, lacivert kasalı ve bilezikli, kronograflı, gayet sportif bir saat. En önemlisi de saatle beraber bir adet golf topu hediye ediliyor! Tabii bunu gören ben iyice deliriyorum. Sonradan öğrendim ki, ünlü golfçü Sergio Garcia’ya ithaf edilmiş bir saat olduğundan, saatin yanında Swatch amblemli ve Garcia tarafından imzalanmış bir golf topu hediye ediliyormuş. Ve yine o zamanlarda öğrendim ki, golf topu sert zeminde o kadar sekebiliyormuş ki kaybolması işten bile değilmiş. Neyse, konuya geri döneyim; aileyle yapılan uzun müzakereler sonucunda hayalini kurduğum saat nihayet bileğimdeydi. O anki mutluluğumu tarif etmem pek mümkün değil. Satın alınan bir obje bir çocuğu ne kadar mutlu edebilirse o kadar mutlu olmuştum. Eve geldiğimde, bileğimden çıkarınca bir bezin üzerine dikkatlice yerleştiriyordum, çizilmemesi gerekiyordu.
Swatch Irony Chrono YCN4000AG - Sergio Garcia
Hikâyeyi birkaç sene sonrasına ilerletiyorum. Swatch beni fazlasıyla mutlu etmişti ama o da nesi? Yine caddede yürürken gönlümü bir başka güzele kaptırdım. Seiko Sportura SNA595P1. O siyah kasa ve bilezik, turuncu detaylar, kadrandaki sportif ögeler. Tanrım, işte hayatım boyunca aradığım güzellik karşımdaydı. Seiko’ya ulaşmam Swatch kadar kolay olmayacaktı çünkü sahip olduğu fiyat etiketi o zamana kadar kafamda oluşturduğum saate verilebilecek meblağ limitinin çok ötesindeydi. Oldukça uzun bir süre vitrinlerden izledim Seiko’yu. Her baktığımda farklı bir detayını gördüm, daha da çok beğendim. İzlemeye devam ettim. İşin ilginç yanı, bu izleme kısmı, bir gün o saate sahip olabilme ihtimali o kadar büyük zevk veriyordu ki, kurduğum hayallerle bile mutlu olur hale gelmiştim. Gel zaman git zaman derken bir gün o saatçiye girildi ve artık hayalini kurduğum arzu objesi bileğimdeydi. Dürüst olmak gerekirse bu saati aldığımdaki his bir öncekiyle aynı değildi ancak dozu çok daha fazlaydı. Kesinlikle amacına ulaşmış bir alışverişti.
Seiko Sportura SNA595P1 - via. vinwatches
Peki, bu mutluluk yeterli miydi? Elbette hayır. Zaman içinde bilgilenmeye, saat dünyasıyla daha yakından ilgilenmeye başlamıştım. Haliyle saatlerin yanında hediye edilen golf topları eski albenilerini yitirmişlerdi. Kendime “ciddi” bir saat almak istiyordum. Daha kaliteli, daha saygın, daha sağlam ve tabii ki mekanik bir model olmalıydı. O yıllar maceraperest yanım beni fazlasıyla esir almış ancak zevksizliğimin de doruklarındaymışım sanırım. Delicesine beğendiğim modeli paylaşmak istiyorum. Omega Seamaster 300M Professional 2226.80.00 James Bond Limited Edition. Evet, saat kesinlikle mantıklı bir seçim olurmuş ancak şimdiki beğenimle standart kadranlı modeli tercih ederdim. Derken Planet Ocean yakın markajıma girdi, epey bir süre de onun hayalini kurarak geçirdim zamanımı. Bu esnada Rolex’e karşı hiçbir sempati beslemiyorum. Ben deniz çocuğuyum deyip Blancpain Fifty Fathoms’tan giriyorum, IWC Aquatimer’dan çıkıyorum. Deliler gibi saatçileri geziyorum. Gezdikçe ufkumun genişlemesiyle doğru orantılı kafa karışıklıklarımı artırıyorum. Bir yandan da içinde bulunduğum karar verme sürecinden inanılmaz ölçüde mutluyum. İşin içine girdikçe daha üst modellere bakar hale geliyorum, daha pahalı markaları-modelleri incelemeye başlıyorum. Bir ara Nautilus pahalı ama Aquanaut olur mu acaba dediğimi hatırlıyorum, sonra uyanmışım.
Bu işin sonu gelmeyecekti. Fazlasıyla duygusal düşünmeye ve hareket etmeyi istemeye başlamıştım. Hayatım boyunca mantık esaslı düşünceler ve uygulamalarla hareket etmiştim. Dolayısıyla içinde bulunduğum durumda ters giden bir şeyler vardı. Yoksa bunun adı aşk mıydı? Benim hikâyem bu noktadan sonra farklı ilerliyor ve işte tam da bu noktada saat firmaları albenini reklamlarla aklımı çelmeye başlıyor.
Her ne kadar konumuz saatler olsa da aslında müşterilere vaat edilen şeyler mikro mekanik eserlerden çok daha fazlası oluyor. Eğer olaya mantık açısından bakarsak kimsenin zamanı öğrenmek için kişisel bilek saatlerine ihtiyacı yok. Cep telefonlarından bilgisayar ekranlarına, fırından büyük otomobillere, evde veya dışarda fark etmeksizin, kafamızı çevirdiğimiz her yerde bize saatin kaç olduğunu söylemek için can atan makineler var. Markalar ise daha çok hislere yönelmiş durumda. Zenginlik, varlık, saygınlık, bilgi, görgü ve daha birçok direkt olarak maddiyata dayalı olmayan ve sahip olunması için emek-zaman gereken sıfatları, küçük paketler halinde bizlere pazarlamak istiyorlar. Hem de irili ufaklı servetler ödeyip satın aldığımız saatler vasıtasıyla. İşin acı kısmı ise belirli bir doygunluk seviyesine ulaşmak, DUR komutunun verilmesine yetmiyor. Açlığımızla beslenen markalar da, kasalarını her geçen yıl daha da dolduruyor.
Yazımın başında bahsettiğim Swatch, Seiko gibi markalar, günümüz saat dünyasında ancak giriş seviyesinde nitelendirilebilirler. Her nasılsa zamanında o saatlere sahip olarak yaşadığım mutluluk seviyesine bugün koluma taktığım araba hatta ev fiyatında saatlerle ulaşamıyorum. Eskiye göre çok daha geniş ve pahalı bir koleksiyona sahip olmak, aynı tatmin duygusunu yaratmayabiliyor. Daha doğrusu, artık saatlerden öyle bir mutluluk getirmelerini beklemiyorum. Peki, bu saatlerle işimin bittiği anlamına mı geliyor? Tahmin edeceğiniz cevabım koca bir hayır.
Peki, neden bizler hala merakla ve ilgiyle gelişmeleri takip ediyor, koleksiyonlarımızı genişletme planları yapıyoruz? Her şeyden önce öğrenme ve merak güdüsüyle hareket eden insanlar için derya deniz bir konudan bahsediyoruz. Tasarım ve teknolojinin modernliğini klasik değerlerle birleştirmek, insanlara karmaşık duygular içinde farklı bir tatmin hissi aşılıyor. Teker teker hedeflerine ulaşan meraklılar da hep daha fazlasını istiyor. Artık sahip olmaktan ziyade bir şekilde işin içinde olmak, daha çok zevk veriyor.
Bundan sonrası nasıl olur derseniz, tahminlerim var ama kesin bilgim yok. Zaten işin güzel kısmı da bu kesin olmama halinden geliyor. Bir şekilde ilgimi devam ettirmek ve bilgimi artırmak için gereken motivasyonu bulabildiğim sürece saatlerden zevk almaya devam edeceğime eminim. Çünkü eşyaya değil, bilgiye sahip olmanın mutluluğuna inanıyorum.
Not: Swatch da, Seiko da hala duruyor. Yanlarındaki ağır abilere inat, hala daha başları dik.