Vahşi kapitalizmle çalkalanan saat dünyasında var olma savaşı veren markalar ve tatminsiz müşteriler... Bu yazıdaki karakterlerin ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur.
Küçük yaşlardan itibaren başlayan saat merakımı, saatçi vitrinlerini anlamsız bir şekilde ilgi çekici bulmaya başlamamla anlamıştım. Zaman içinde karşılaştığım vitrinlerden bazen yalnızca göz gezdirerek, bazen de mutlu alışverişlerle ayrıldım. Sonra hayatıma medya girdi. Daha doğrusu zaten hep hayatımdaydı ama algıda seçicilik kendini her zamankinden daha çok belli etmeye başlamıştı. Pierce Brosnan’ın James Bond filmlerinde bileğinde Omegalar’la boy gösterdiği zamanları hatırlar mısınız? İşte benim aydınlanmam da aşağı yukarı o zamanlara denk geliyordu. Zaman ilerledi, interneti ortak ilgi alanına sahip kişilere ulaşabilmek için kullanmaya başladım. Artık markadan ve modelden bağımsız olarak, yalnızca estetik ve kalite hissi konularında başarıya ulaşan saat tercihleri yaptığım günler gerilerde kalmıştı. Tarihçeler, teknik özellikler, görsel detaylar, kısaca iyi bir saati oluşturan tüm etmenlerin etkileyici dünyasına adımımı atmıştım.
Şimdi hikâyeyi hızlı bir şekilde günümüze saralım. Saat dünyasında son birkaç senede meydana gelen dramatik değişimleri biraz heyecan biraz da endişeyle takip ediyorum. Merakımın başladığı yıllar ile şimdiki zamanı kıyasladığımda, bambaşka bir dünya gözlemliyorum. Maalesef gerçeklikten gün geçtikçe uzaklaşan bir dünya...
Saatlerin dünyasına girdikçe bilgilenmeye ve bu kültürden etkilenmeye başlamanız son derece doğal. Haliyle görsel, yazılı ya da işitsel reklamlardan bilinçsizce etkilenmeden hobinizi sürdürebiliyorsunuz. Biliyorsunuz ki reklamı yapan şahıslar ve kurumlar, tanıttıkları ürünün niteliğinden bağımsız bir şekilde yalnızca para kazanmak adına çalışıyorlar. Öte yandan eğer bir arkadaşınızla veya kâr amacı gütmeyen herhangi biriyle saatler hakkında konuşuyorsanız, daha fazla etkilenme ve etkileme ihtimaliniz var. Çünkü işin içinde para yok, duygular ve düşünceler var.
Bugün lüks saatler kategorisinde, kendini koleksiyoncu olarak nitelendirenlerin peşinde olduğu birkaç marka ve model var. Rolex’in aşırıya kaçmamak koşuluyla hemen hemen tüm modelleri, Patek Philippe Nautilus ve Aquanaut serisi, rengârenk Richard Mille modelleri... Yüzlerce yıllık mazisiyle İsviçre’nin gurur kaynağı koskoca saat endüstrisi, birkaç tane modele indirgenmiş durumda. Peki neden? Cevap çok basit; yatırım değeri.
Bolca emek karşılığı elinize geçen parayı, değerini satın alımından itibaren düzenli olarak yitirecek bir şeye mi yoksa bilindik yatırım araçlarıyla kıyaslanabilecek kadar kazanç getiren bir kol saatine mi vermek istersiniz? İster o saate âşık olun ister tutkuyla bağlanın, aklı başında birinin bu soruya vereceği cevap bellidir. Bugün bir Rolex Daytona’yı veya PP Nautilus’u aldığınız bayinin birkaç sokak ötesindeki saatçide büyük bir karla “bozdurabiliyorsanız”, bu durum “hayranlık duyulası bir saçmalıktır.”
Mantıktan uzak maceralar yaşamak isteyenleri bir kenara bırakırsak, aklı başında kimsenin vaat edilen mutluluk karşılığında para kaybetmeyi göze alabileceğini düşünmüyorum. Bu tarz saatlerin müşteri kitlesi, saat sahibi olma konusunda tecrübeli insanlar. Haliyle kollarına doladıkları metallerin, hayatlarındaki bütün problemleri çözebilecek o sihirli değnek olmadığının farkındalar. İşin daha da can alıcı kısmı ise değer kazanan marka ve modellerin de yalnızca kendi kategorilerinde değil, tüm saat dünyasında en iyilerden birkaçı olmaları. Buraya kadar bildiğiniz kısmı anlattım. Şimdi bir de can sıkıcı tarafları ele alalım.
Sosyal medyada yaşayan bir güruh var. Öyle az buz değil, milyonlarca insandan bahsediyorum. Evet, evet etrafınıza bakmayın, sizden bahsediyorum. Her gün saatlerce zamanı onun, bunun nasıl yaşadığını görmek için harcayan insanlar. Aldıkları beğenilerle mutlu olan, takipçi sayılarıyla coşanlar. Bir yanda hesapsızca para kazanan ve kazançlarını sergilemekten asla çekinmeyenler, öte yandan onlara öykünen, kendini olduğundan çok daha iyi, güzel ve üstün göstermeye çalışanlar. Saatlerle ilgili hesapları takip ediyorsanız, paylaşımlar sizin de dikkatinizi çekmiştir; Zengin ve kaslı bir adam lüks teknesinde çıplak kızlarla parti yaparken kolunda RM. Genç iş adamı binlerce dolarlık takımıyla spor arabasına doğru ilerlerken kolunda Nautilus. Diğer tarafta da bu hayatlara gıpta eden, hayaller kuran “sıradan” insanlar.
Hatırlarsanız az önce saatlere ilgi duyan kişilerin bilinçlendikçe reklamlardan sıyrılabilmesinden, doğal ile suni yaratılan durumları ayırt edebilmesinden bahsetmiştim. İşte tam da bu noktada sosyal medya bütün doğruları allak bullak ediyor. Markanın hiçbir şey yapmasına gerek bırakmadan, müşterileri en büyük reklam araçları haline geliyor. Tabii, bir de markaların direkt olarak müdahale ettiği durumlar var. Yüzbinlerce hatta milyonlarca kişiyle etkileşime geçebilen hesaplar, büyük markalar tarafından etkin bir şekilde “kullanılıyorlar”. Bir dergiye veya billboarda vereceği parayı birçok sosyal medya hesabına bölmek, marka için çok daha verimli ve kazançlı bir halka ilişkiler çalışması haline geliyor.
Alışverişte basit bir mantık geçerlidir. Aldığım ürün verdiğim paraya değer mi? Bu değeri belirleyen bilindiği üzere müşteridir. Tabii üreticinin ya da satıcının müşteriyi manipüle etme hakkı da her zaman saklıdır. Eğer ki bir kol saati ikinci elde liste fiyatının üzerinde satılabiliyorsa, bu gerçekten literatüre geçebilecek bir konudur. Hele hele bahsi geçen ürünün zaruri ihtiyaç olmakla yakında uzaktan alakası yoksa. Sonuçta markaların işi, size ihtiyacınız olmadığı halde öyleymiş gibi hissettirebilmek. İşte bu noktada yine sosyal medyanın gücü devreye giriyor. O hayal ettiğiniz hayatlara sahip olan kişiyle ortak bir noktanız olabilir; kolunuzdaki saat. Eh, bir yat sahibi olmaktan daha kolay olduğu kesin.
Sosyal medya ve orantısız internet kullanımı, bilgi kirliliğini de beraberinde getiriyor. Bu kalabalık ve kirli dünya, duygu sömürüsü üzerine kurularak insanları yönlendirmekten çekinmiyor. Kol saatleri, özellikle lüks markaların mekanik modelleri, günümüz koşullarında kesinlikle teknik bir araç özelliği taşımıyorlar. Çoğu kişi için bir zevk ve statü objesi haline gelen bu ürünlerin, müşterilere ulaştırılmalarıyla ilgili de enteresanlıklar mevcut. Vintage diye tabir edilen örneklere baktığımızda üretim adetlerinin azlığı, kondisyonların yüksekliği ve sonradan yüklenen manevi içerikli anlamlar, saatin değerinin belirlenmesinde rol oynuyor. Modelin üretimi bittiği için de, piyasada dolanan örnekler astronomik rakamlara el değiştirebiliyor. Peki, üretimi devam eden güncel bir saati ulaşılmaz hale nasıl getirebilirsiniz? Bu markaya ve müşteriye ne kazandırır/kaybettirir? Yine yukarıda bahsi geçen modellerden yola çıkarak örneklemelerde bulunmak istiyorum. Bayiye giriyorsunuz, sözü geçen saatlerin hiçbiri yok. Bekleyelim derseniz sıranın size ne zaman geleceğini bilen yok. İnternete bakıyorsunuz, birileri bu saatlere sahip, hem de hepsine... O birileri büyük karlarla bu saatleri satmaya çalışıyor ve başarıyor da. Üretici açısından durumu ele alırsak arzdan çok daha yüksek bir taleple karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Üretimi artırırsa hem daha çok insan istediği alışverişi tamamlayacak, hem ikinci el değerleri normal seviyelere inecek, hem de markanın cirosu artacak. Doğal olarak da ulaşılmazlık ortadan kalkacak, hayalleri süsleyen o saatler sıradan ürünler haline gelecek. Açgözlü davranmak yerine son derece stratejik ve geleceğe yönelik alınan bu kararlar, mutsuz müşterileri ve mutlu firmaları beraberinde getiriyor. Kısaca bu tezgâhın içinde büyük ya da küçük bir oyuncu olabiliyorsunuz ancak asla oyunu kuran olamıyorsunuz.