Jean Claude Biver, bu ismi bilmeyeniniz yoktur. Yine de bir özet yapmak gerekirse; 1949 Lüksemburg doğumlu, İsviçreli iş insanı, lüks saat sektörüne yaptığı katkılarla modern saatçiliğin en etkili isimlerinden biri olarak anılıyor.
Biver’in ailesi, o henüz 10 yaşındayken İsviçre’ye taşınıyor. Sanıyorum ki bu adım sadece Biver’in değil, saat sektörünün de kaderini değiştiren ilk aşama olarak kayıtlara geçebilir. Üniversite eğitiminin ardından Jean Claude Biver, Frederic Piguet mekanizma üreticisinin yöneticisi Jacques Piguet ile tanışıyor. Piguet vasıtasıyla Audemars Piguet’in o yıllardaki CEO’su Georges Golay ile yolunun kesişmesi, Biver’in saat dünyasına yönetici sıfatıyla adım atmasının da yolunu açıyor.
Biver’in ikonik hamleleri günümüz saat sektörünün yeni limitlerinin belirlenmesinde etkin rol oynuyor. James Bond ile Omega’yı buluşturması, Michael Schumacher, Cindy Crawford gibi döneminin ünlü isimleriyle marka elçiliği anlaşmalarının düzenlemesi, Blancpain markasının isim haklarının satın alınması ve efsanevi markanın küllerinden yeniden doğma sürecine liderlik etmesi, sonrasında da markayı Swatch Grup’a satması, Hublot markasının kaderini değiştirmesi ve lüks-spor saat segmentinin liderlerinden biri haline getirmesi, TAG Heuer ve Zenith gibi ünlü markaların yeniden yapılandırılmasında etkin rol oynaması ve günümüzdeki başarılı marka imajlarını yeniden kazanmalarına destek olması, LVMH grubundaki diğer markalara olan katkıları ve daha niceleri. Biver olmasaydı İsviçre saatçiliğindeki dengelerin bambaşka yönlere kaymış olması işten bile değildi. Unutmadan, Biver, aynı zamanda İsviçre Alp’lerinde yer alan çiftliğinde, yılda 5 tondan fazla peynir üretiyor.
Pierre Biver, ailenin en küçük oğlu, babası gibi saat meraklısı, henüz babasından kanatları altında bağlantılarını güçlendirse de yakın zamanda bağımsız bir şekilde iddialı adımlar atacak gibi görünüyor. Şimdi ise bu ikilinin, Jean Claude Biver ve oğlunun, en yeni girişimiyle karşı karşıyayız.
Hikâye, Biver isminin tescil edilmesi haberlerinin yarattığı heyecanla başlıyor. Ortada hiçbir tasarım ya da saatlere dair bir detay yokken bile sadece Biver isminin saat sektörüne üretici kimliğiyle girecek olmasının getirdiği ses, haliyle epey yüksek oluyor. Sonuçta, onlarca markaya hükmetmiş, yaşayan bir saatçilik duayeninin kendi adıyla çıkaracağı saat(ler) de en az efsanesi kadar ilgi çekecektir düşüncesi, ana akım saat medyası vasıtasıyla tüm saat severlere aşılanıyor.
İlk model olan Biver Carillon Tourbillon tanıtıldığında ortalık biraz daha karışıyor. Tam olarak bu noktadan sonra makalem de daha sübjektif bir hale dönüşüyor. Biver Carillon Tourbillon’un kâğıt üstünde olağanüstü olmaması için hiçbir sebebi yok. 50 yılını saat sektörüne adamış ve başarılarla dolu kariyerini hayalleriyle birleştirmiş bir yönetici ve 22 yaşında, genç ve dinamik bir zihnin ürünü Carillon Tourbillon. Kasa, kollar, mekanizma bileşenleri ve saate dair her detay için, sektörün en iyilerine bir telefon kadar yakın olmanın getirdiği kusursuzluk da cabası. Mikro rotorlu, otomatik, tourbillon balanslı ve minute repeater’li, yüksek saatçiliğin sınırlarını zorlayan bir kalibre. Buraya kadar her şey daha tanıtılmadan efsaneler arasına girecek bir saatin yolda olduğuna dair işaretler veriyor. Model gün yüzüne çıktığında ise bizleri karşılayan bu oluyor:
En son ne zaman bir saati beğenmek için kendimi bu kadar zorladığımı hatırlamıyorum. Saati oluşturan detayları teker teker incelediğimde her şey kusursuzmuş gibi görünüyor ancak bir bütün halinde parçaların uyumsuzluğu bir noktada gözüme batıyor. Biver isminin yarattığı beklentinin yüksekliği ve karşılaştığım sonucun, bana göre, yetersizliği de belki bu hayal kırıklığımı destekliyor. Oldukça karakteristik bir bilezik tasarımına sahip olan saat 42mm x 13,7mm ölçülerinde, titanyum ve/veya 18K pembe altın kasa seçeneklerine sahip. Neden paslanmaz çelik, beyaz altın ya da platin seçenekler arasında değiller? Bu kadar hareketli bir bilezik böylesine sade bir kasa ile ne kadar uyum içerisinde? Tourbillon balansın ve dakika indislerinin kadranda yarattığı doluluk hissini sodalit veya obsidiyenden üretilen kadranlarla daha da öne çıkartmaya gerek var mıydı? Bilemiyorum. Unutmadan, saatin liste fiyatı 550.000 USD olarak açıklandığını da eklemiş olayım. Son olarak, içinde kurma özelliği de bulunan saate ait kutunun göz alıcılığı da yine en etkileyici detaylardan biri olarak yerini alıyor.
İlk teslimatların 2023 yılının sonbaharında yapılacağına dair bir açıklama gelmişken, geçen haftalarda, Phillips müzayede evinde gerçekleştirilen açık arttırmada, No.0 prototip Biver saatinin 1 milyon İsviçre Frank’ına satıldığını öğrenmem, şaşkınlığımı bir kat daha artırıyor. Saatin yanında bir şişe 1949 Château d'Yquem da hediyeymiş! Biver zekasına diyecek yok, belki saati kendi almış bile olabilir.
1999 yılında, Richard Mille'nin ilk modeli, sektör için sıra dışı bir olaydı. Bugün de RM saatlerinin kendi yarattıkları kategoride nasıl izler bıraktıklarını hayranlıkla izlemeye devam ediyoruz. Peki, Biver de aynı çıkışı yakalayabilecek mi dersiniz?